İdealist Hegel, Felsefenin Anlaşılabilirliği, Felsefesi ve Biyografisi

Stuttgart’ta doğan Hegel, Romantizmin ve Alman idealizminin yerleştiği dönemde olgunlaşmış, idealizmin en etkili sözcüsü ve felsefenin en yetenekli, en incelikli düşünürlerinden biri haline gelmiştir. Kitaplarının okunması oldukça güçtür, ama bu çabaya değer.
Hegel Heidelberg ve Berlin’de profesör olarak görev almadan once özel ders verdi ve Jena Üniversitesinde çalıştı. Ilk once Amerikan Devrimi, ardından da Fransız Devrimi Hegel daha gençken patlak verdi; Hegel Jena’dayken Napolyon işgali geldi. Fransız Devrimi’nde, birçok idealist genç aydın gibi o da “şanlı bir şafak” görüyordu. Fakat daha sonra özgürlük uğrundaki bu isyan farkli bir amaca yonelen bir olay haline geldiğinde ve sonunda Napolyon’un imparatorluğuna dönüştüğünde, dönemin diger buyuk şahsiyetleri gibi, Hegel’de de daha önce hissettigi duygular yerini yanilsamaya birakacakti.


Hegel’in felsefe yapma tarzının komplike olmasi yapıtlarıni okumayi kolay olmaktan çıkartır. Bu yüzden nereden başlamak gerektiğine karar vermek güçtür.
Hegel’i incelemeye Kant’ın nesneleri “kendinde şey” olarak kavramlaştırması karşısındaki epistemolojik tepkisi ile başlayalim. Kant’ın kavramlaştırmasının anlamı, esas olarak nesnenin bilinemez olduğu, özünü kavramanın bizim kapasitemizin ötesinde olduğudur. Kant’a göre dünyayı zihnimizin işleyişi aracılığıyla tanırız. Dünyayı öğrenmeye veya bilmeye başladığımızda elzem olarak aklımızı kullanırız. Bu önemsiz gelebilir, fakat zihinlerimiz dünyayı mekân, zaman, töz gibi belirli kategoriler aracılığıyla gözlemlemeye koşullanmıştır. Yani zihinsel yapılarımız dünyayı nasıl gördüğümüzü biçimlendirir; demek ki onların tutsağıyızdır. Dolayısıyla şeylere ilişkin bilgimiz sınırlıdır.


Kant’ın, duyumsanan şeylerin bilinmesinde bilginin zihinsel karakterini vurgulayan argümanının yarattığı ikiliği, Alman idealistleri (Reinhold, Fichte, Schelling, Hegel) herhangi bir kalıntı ikiliğin her şeyi içerecek tek bir kuşatıcı biçim altında sönümlenmesini sağlayacak felsefi sistemler yaratarak aşmaya çalışmışlardır. Karşımıza ikilikler çıkar, ama bir süreç içinde bunlar yok olur ve yerlerini organik bir bütüne bırakırlar: Karşıt kavramların (zihin-beden, biçim-töz vb.) çarpışması, felsefenin açıklayabileceği daha yüksek bir gerçekleşmeyi teşvik eden gerekli adımlardan başka bir şey değildir. İdealistler bundan genellikle ne anlaşılması gerektiği konusunda birbirlerinden ayrılıyorlardı, ama Hegel felsefenin açıklamalarının bir felsefeci seçkinler grubunun av alanı olarak kalmaması, herkes tarafından anlaşılabilmesi gerektiği konusunda ısrarlıydı. Ancak, açıklamaları, insanlığı dünyanın gerçek doğası konusunda aydınlatmak çabası içinde olan birinden beklenebileceği kadar berrak değildir.


Hegel’in bilginin nasıl edinildiğine ilişkin açıklamasını anlarsak, hem sistemin bütününü ve nasıl oluştuğunu anlamaya başlayabiliriz, hem de Hegelci bîr damar doğrultusunda çalışan daha sonraki filozofları, Marx’ı, Heidegger’i, Sartre’ı ve diğerlerini.
Her şeyden daha önemli olan amaç, dünyayla karşılaştığımızda yüz yüze kaldığımız ikiliği ortadan kaldırmaktır. Bir şeyi algılıyorum. Önce denklemin algılama tarafı üzerine odaklanalım: Algım derinden bilinçlidir, zihnimin duyular aracılığıyla zihin dışı dünyaya uzanarak gözlerimin önündeki nesneyle ilişki kurma yönünde çalışmasının bir parçasıdır. Zihnim nesne ile ilişkiye geçer. Derhal kategoriler ve tümelleştirmeye yönelik düşünceler geliştirir, çünkü bu zihnin doğasında vardır: Örneğin, gözüme bir kedi çarparsa, “kedi” sözcüğünün kendisi bu kedinin ait olduğu bir evrensel kavramı çağrıştırır; bir bakıma, bu kediyi, kedileri kedi olarak bilme konusundaki önceden düşünülmüş bir şema içinde çerçevelemiş ve yargılamış olurum. Bunun içermesi şudur: kendinde-şeyin asla arı biçimde algılanması söz konusu olamaz, çünkü algılama pasif olamaz. Ne de nesneyle duyulara dayanan karşılaşmamız görülen şeyin gerçek doğasını betimleyen bir biçimde formüle edilebilir. Betimleme konusundaki her çaba, zihnin kendisinin nesneleri betimlemede kullandığı aygıta geri döner. Burada ampirist geleneğin içinden çıkamadığı döngüsel bir gerekçelendirme mevcuttur (tabii eğer HegePin argümanı doğruysa). Locke tikellerin kavramlaştırılmasinin zihnin gerçeklikle bağının gevşemesi sonucunu doğurduğunu ileri sürmüştü, ama Hegel gerçeklik üzerindeki hâkimiyetin algılamada bile savunulamaz olduğunu söylemektedir.


HegePin burada amacı, ampirizmin bir şeyi sırf algıladığımız için bildiğimiz yolundaki iddiasının geçerli olmadığını göstermektir: Algılama bilinçli bir eylemi içerir, bilinç ise algısını yargılamak için yalnızca kendi kendine referans yapan standartlar üretir. Yani sanki gerekçelendirme ancak sistemin kendi içinden gelebilirmiş gibi bir durum vardır. Tam da bilimin evrenin içinde var olduğumuz için dışarı kaçıp onun doğasına en doğru biçimde bakamamaktan dolayı yaşadığı çaresizlik gibi.
Ne var ki, Hegel yalnızca zihnin dünyayı tanıyabileceği yolundaki solipsist iddiadan uzak durmaya çalışır. Ama eğer var olan zihin aracılığıyla biliniyorsa ve zihin benim özel bilincime aitse, bu teorinin solipsizme düşmesi kaçınılmaz değil midir? Hiç de öyle değil – Hegel şimdi de algılanan şeye bakmamızı önerir.
Nesnenin kendisi ise bilinmez olarak kalamaz – zihin ile karşı karşıya gelmiştir, dolayısıyla büyük ölçüde zihnin vizyonunun bir parçasıdır. Zihin dışı olduğu ölçüde nesnenin özü veya iç doğası görünürde bizim kavrayışımızın ötesindedir, nesne hakkında duyulardan kaynaklanan bilgimiz zorunlu olarak bilinçli kategorilerin filtresinden geçmiştir. Ama nesnenin kendisi de bilince doğru uzanır – duyularımıza ve zihinsel bilişsel aygıtımıza diyebiliriz. Zihnin nesneye ihtiyacı olduğu kadar nesnenin de zihne ihtiyacı vardır. Nesne özelliklerini sergiler, zihnimiz bunları gruplandırır, ama bu içsel özellikler nesnenin kendine özgü bir varoluşu olduğunu garanti altına alır ve böylece (Hegel bu noktadan itibaren bu konularla tanışık olmayanlara tuhaf görünmeye başlar) başka her şeyi: kendisi için de var olmaktadır ama kendini de olumsuzlar. Ama olumsuzlama Hegel için sıfıra eşitlenme demek değildir. Bunun yerine, iki eksinin bir artı etmesi gibi, olumsuzlama, içinde özne ile nesnenin biraraya gelerek yeni bir özne-nesne biçimi altında birleştikleri bir değişim yönünde bir güçtür. Artık bu ikisi iki ayrı şey değildir, gerçekte birdir. Bu zeki adım elbette sorunsuz değildir; her şey incelikli bir dizi sıçramaya bağlıdır, bunlar ise şu ya da bu ölçüde kabul edilebilir ya da kabul edilemez olabilir.


Özetlersek, Hegel her varlığın kendi karşıtının zorunluluğunu içerdiğini ve bunun tersinin de doğru olduğunu söylemiştir. Bu ikisi aynı madalyonun iki yüzüdür, Hegel’e göre her ikisi de birbirine işaret eder. Öyle bir madalyon ki, kendisi de gerçekliğin daha yüksek bir biçimini temsil eder. Hegel buna Mutlak Tin adını verir.
Hegel için ikiliklerin kaynaşması hem mantıksal hem de tarihsel bir süreçtir. Yorumcular onun düşüncesini berrak biçimde özetlemek için bir tezin oluşumu, onun karşıtı olan antitezin gündeme gelişi ve ardından ikisinin yeni bir sentezde birleşmesi olarak ele alırlar. Üçlü ya da tasım türü akıl yürütme HegePin düşüncesinin her yanındadır. Bunun anlamı, başlangıçta bu sentezin oluşturulmasına yol açan bir ikilik olduğudur. Yalın gerçekliğin düalist bir karakter taşıyıp taşımadığını sorgulayabiliriz
— neden temel unsurlar üç ya da daha fazla olmasın (mesela bazı sicim teorisyenleri 12 boyuttan söz ediyor)? Hegel’e göre, bölünme “felsefe ihtiyacının kaynağıdır” ve bölünme kendi ivmesiyle birlikte karşıt varlıkların kendilerini olumsuzlayarak daha yüksek bir düzeye yükselmelerinin mantıksal betimlemelerini de yaratır.


Kişisel ilişkilerde iki özne karşı karşıya geldiğinde (ben ve sen), birimiz ötekine hâkim olmaya çalışır, kaybeden de felsefi anlamda köle gibi olur. Hegel’in son derece şairane yazılmış olan efendi-köle tezi insan bilimlerinde muazzam etkili olmuş (çoğu zaman Marx’ın filtresinden geçerek de olsa), edebiyat, sinema, şiir ve sanatın toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf temelli analizini teşvik etmenin yanısıra antropolojik betimlemelere de sızmıştır. Başlangıçta ele alınan özne-nesne ikiliğine benzer biçimde, özne-özne ikiliği de bir eşitsizliğe yol açar ve bu ikilik her iki özne de (sen ve ben) her birimizin bağımsız bir bilinç ve rasyonel bir zihin sahibi olduğunu kabul ettiğinde aşılır. Başlangıçta yaşanan birbirinden yabancılaşma, bir tümelliğe dönüşür ve benzer şekilde, benim iradem ile senin iraden, zorunlu olarak rasyonel olan ve etkileşimlerimize düzen vermek üzere harekete geçen, böylece hukuku ortaya çıkaran, bir evrensel iradeye teslim edilir. Toplumsal açıdan, aile topluma karşıttır ama her ikisi de devlet tarafından aşılır. Hegel bu adımı hem mantıksal olarak (devletin ortaya çıkışının Aristotelesçi bir okunuş tarzını izleyerek) hem de tarihsel olarak atar. Ardından, devletler birbirlerinin karşısına karşıtlar olarak dikilirler ve efendi-köle ilişkisinde olduğu gibi, birbirlerinin üzerinde hegemonya veya hâkimiyet kurma çabasına girmek zorunda kalırlar: Dolayısıyla, savaş Hegel için rasyoneldir, ama ilginç bir biçimde bu milliyetçi akıl yürütmeyi sonuna kadar götürüp tekil ülkeleri bir Dünya Devleti’nde senteze ulaştırmaya girişmez.


Düalist düşüncenin ortadan kaldırılmasını başka bir gerçeklik düzeyinin varlığını gösterir biçimde ele almak Hegel’in epis-temolojik ve metafizik sorunlarla boğuşan bir filozof olmanın yanısıra, aynı zamanda teolojik bir düşünür olarak ele alınmasını da inanılır kılar. Gerçekten de Tanrı Mutlak Tin’dir, her şeye nüfuz eder ve görünürdeki her ikiliği birleştirir. Varlıkla başlarsak bunun karşıtı Hiçlik’tir, ama her iki taraf da mantıksal olarak birbirini içerir – örneğin Varlığı kendine iliştirilmiş herhangi bir şey olmadan düşünürseniz Hiçlik haline gelir. Böylece yine bir aşkmlık gerçekleştirilmiş olur, bu kez Oluş’a doğru. İkilikler süreçlere katıldığı için sonuç erek yönlüdür, yani bunlar belirli bir şeye doğru eğilimlidir, ama (bu kritik önem taşır) Hegel’in okuyuşunda her şeyin rasyonel olması gerekir, bütün ikiliklerin adım adım üçlüler halinde Mutlak Tin’e doğru yükseldiğini anlamamıza rasyonalite yol gösterir.


Mutlak Tin doğa aracılığıyla nesneleşir. Yani Mutlak Tin karşımızda bulunan nesnel ve öznel dünyalar (şeyler ve zihinler) dolayımıyla çalışır. Mutlak Tin nihai gerçekliktir, ama bir idealist olarak Hegel için bu Tin özbilince sahiptir. O Zihin’dir ve (bu kritik önem taşır) bu Tin ya da evrenin ve içerdiği her şeyin temel doğası rasyoneldir. Onun doğası hakkında sanat, din ve felsefe aracılığıyla bazı ipuçları bulabilir, onu bu sayede anlamaya başlayabiliriz, ama o aynı zamanda biz tarih içinde ilerlerken bizim dolayımımızla da işini yürütür. Tarihin kendisi ise rasyonel biçimde kendi ereğine, yani Mutlak Tin’e doğru yürür. Marx, Hegel’in genel argümanlarını kabul edecek, ama dünyayı idealist bir biçimde ele almak yerine materyalist biçimde kavrayacaktır. Bu durumda, hepimizin yönelmekte olduğu Marx’çı erek Komünist Devrim olmaktadır. Hegelciler genellikle “tarihin sonu” ideallerine bağlılıklarıyla teşhis edilebilirler, her ne kadar Hegel’in sanki evrenin tarihsel olarak bittiğini mi yoksa yalnızca mantıksal bir son olacağını mı vazettiği pek açık olmasa da. Bu İkincisi bizim dünyada yeni ilişkiler kurmaya devam edeceğimiz, kültürlerimizin hep daha yüksek düzeylerine veya mantıksal doruklarına çıkacağımız, ondan sonra da yeni antitezler temelinde yeni bir sentez oluşana kadar devam edeceğimiz biçiminde sürekli bir diziyi ima eder.


Hegel’in felsefesi karikatürleştirilmiş, çarpıtılmış, farklı yönlerde yoruma tabi tutulmuş, aşağılanmış ve yüceltilmiştir. Yapıtlarının bir ilk tanıtımında hakkaniyete tam olarak uymak güçtür ama vurgulanması gereken şudur: Yapıtları benim gibi kendisine geniş bir alan tanıyanlara zevk verir; Hegel felsefeye çevremizdeki her şeyin -hem entelektüel hem fiziksel uyumsuzlukların- nasıl bağdaştırılabileceğini anlamanın aracı olarak sahip çıkmıştır. Sanıyorum Hegel’in anlattığının ve teşvik ettiğinin felsefeyi yüceltmek olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Kaynak – Henry Moseley, A’dan Z’ye Felsefe Syf. 208-221

Uzayla – Kültür Evreni

Uzayla'da Keşfet!

Bir yanıt yazın