Neden Kararsızız? En Doğru Seçenek Üzerine

''Kişi yaşamının nihai efendisidir.''

Günümüz tüketim toplumunda kişiler gerçekten kendi yaşamının efendisi midir? Kararlarımızda, seçimlerimizde tamamen özgür müyüz? Yaşamımızda her daim belirli ikilemlerde sıkışıp kalıyoruz, doğru düşünceyi, ürünü seçmekte zorlanıyoruz. Sadece ürünler arasında seçim yapmak durumunda kalmıyoruz; tüm yaşamımızı karar ve seçimlerden oluşan koca bir bütünün içerisinde görmemiz isteniyor. Yaşamımızda çok fazla şeyden sorumluluk hissediyoruz; mesleğimiz, çocuklarımız, evliliğimiz…

Gelişmiş dünyada yaşamımızı kişiselleştirip, kusursuz bir evreye dönüştürmek için sonsuz seçeneğimiz bulunuyor. Ama bu seçeneklerin artışı beraberinde kaygıyı, yetersizliği ve sorumluluk duygusunu da getiriyor. Hayatımızı kuşatan bu kadar çok seçenek silsilesi, bizi daha mutlu değil, mutsuz olduğumuzu fark ettirmiştir.

Sürekli doyumsuzca yeni şeyler istiyor, yeni seçme ikilemlerine maruz kalıyoruz. Sanki tüm hayatımız yerine getirilmesi gereken bir dizi görevden ibaretmiş gibi geliyor. Belirli görevleri yerine getirmek, şu kadar kilo vermek, çocuk sahibi olmak, evlenmek, mükemmel bir işe sahip olmak, ev sahibi olmak…

Kapitalizm ve Seçim

Sanayi sonrası kapitalist sistem bireyleri, haz alma kapasitesi sonsuz biri olarak tanımlıyor. Kişi, sürekli artan arzu ve isteklerini tatmin ederek hazzın sonsuz sınırlarını yaşayan biri olarak resmediliyor. Bunun beraberinde gelen dizginsiz tüketim, insanları belirli seçeneklere yönlendirme eğiliminde; ‘a nesnesini almak b nesnesine göre daha ideal, benim için en uygun bu’ gibi düşünceler etrafında seçimler yapıyoruz.

neden kararsızız ?

Giderek daha da kusursuz olmaya çabalayan insan, günün sonunda kendisini pek çok seçeneğin arasında buluyor. Medyada temsil edilen insan profili, ‘arzunun ve keyfin sınırsızlığı’ fikri iken, birey aslında halen kendi karmaşık sarmalından kurtulmaya çalışan, hedef gösterilen ‘arzu’ kavramına yaklaşamayan, kendi yasaklarıyla boğuşan bir profildedir. Bu bağlamda ‘oldukça fazla seçenek’ düşüncesi de yalnızca kavram olarak göze çarpan, pratikte hiç de yansıtıldığı gibi ‘olumlu’ bir etkisi olmayan noktadadır.

Rasyonel seçim teorisine göre insanlar eylemlerinde her zaman daha yüksek kazanç ve minimum maliyet arayışında bulunur. Fakat mevcut koşulların, ürünlerin ve hizmetlerin karmaşık yapıları, benzerlikleri insanları seçim yapmakta oldukça düşündürüyor. Kapitalizm, çok seçenek unsurunu ön plana çıkartırken hedeflenen ideal ‘insanları mutlu etmek’ düşüncesi yerine insanları umursamaksızın büyümek, daha fazla kazanç sağlamak üzerine ilerlemektedir. Her işçinin eğitimli maymunlar düzeyine indirgendiği bir ekonomik modelin ‘çok seçenek – mutluluk’ gibi bir ideali benimsemesi gerçeklikten oldukça uzaktır.

Kararlarımızın Aitliği

Seçeneklerimizin sınırsız olduğunu, yaşamımızın gidişatını istediğimiz gibi belirleyebileceğimiz algısına kapılıyor olabiliriz, fakat gerçekte bu kadar seçeneğin olması bizi daha çok kaygıya, strese, seçeneksizliğe sürüklüyor. Bunaltıcı derecede çok seçeneğimizin olması bireyde sebepsiz bir olumsuz duygusu uyandırmakta. Seçeneklerin bolluğunun yanı sıra kararlarımızda tam anlamıyla özgür değiliz. Kendimize ait olduğundan emin olduğumuz, takıntı haline getirdiğimiz kararlarımız/seçimlerimizin aslında hiç de bireysel olmadığını, aslında içinde yaşadığımız toplumdan fazlasıyla etkilendiğimizi görebiliriz.

Kişiler seçimlerinde/kararlarında özgür olmamakla beraber içinde yaşadığı toplumun kalıntılarını taşımaktadır. Seçeneklerin olağanüstü artışı ve seçimlerimizin aslında bize ait olmaması, özgürlüğümüzün sanılanın aksine oldukça kısıtlı olduğunu göstermektedir. Kararlarımız ve seçimlerimiz ‘bizim olmaktan’ oldukça uzak bir noktadadır. Pek çok ‘rol model’den etkileniyoruz. Adlarının yazılı olduğu kıyafetleri giyiyoruz, onları satın alıyoruz. Hayatımızı rol modeller üzerinde kurguluyoruz. Kararlarımız da o rol modellere uygun olarak dönüşmeye başlıyor. Onların kararlarını/tercihlerini kendimize uyarlayarak onlar olabileceğimizi düşünüyoruz. Kendimizi bir ideale bağlıyoruz ve sonrasında da bu ideale erişememenin sarsıntısını yaşıyoruz.

Kaygı ve Seçim

Kierkegaard’a göre kaygı doğrudan özgürlükten doğar. Sartre da bu fikre benzer olarak, uçurumun dibinde duran bir kişinin düşebileceğinden değil, kendisini uçurumdan aşağı bırakma özgürlüğünden dolayı kaygılandığını söyler. Kaygı ve seçim ilişkisi oldukça güçlüdür. Örneğin Barry Schwartz, Bolluk Paradoksu: Çok Seçenek Özgürlük mü, Mutsuzluk mu? adlı kitabında daha az seçime maruz kalan insanların daha memnun olduğuna dair psikolojik araştırmalara atıfta bulunur.

Seçim oldukça bireysel bir eylem gibi görünüyor olsa da, insanların seçim yapma şekli başkalarıyla kurdukları ilişkilerle ve diğerlerinin onu nasıl gördüğüne dair sahip olduğu düşüncelerle bağlantılıdır. Özgürce yaptığımız seçimlerin bile diğer insanlar tarafından desteklenmesine, kim olduğumuzun ve kararlarımızın nasıl olduğunun başkaları tarafından tanımlanmasına oldukça fazla ihtiyacımız olduğu da aşikardır.

Uzayla'da Keşfet!

Yorumlar (2)

  1. Seçenekler artsa bile ilk tercihimizdeki kararlılığımızı devam ettirdiğimiz ölçüde özgür olduğumuzu söyleyebiliriz öyleyse..

    1. Açıkçası, ilk tercihimizin ne doğrultuda ‘en ideal’ olduğunu da bilemiyoruz dolayısıyla ‘çeşitlilik’ kavramının geçerli olduğu çoğu alanda kararsız kalmaya devam edeceğiz.

Bir yanıt yazın