Millet kavramının tanımlanması hakkında birçok tartışma vardır ve farklı tanımlamalar ortaya atılmıştır. Bir topluma millet denilebilmesi için hangi unsurların bulunması lazım sorusu bu tanımı oldukça zorlaştırır. Fakat tartışmalara girmeden genel anlamda bir tanım yapılması gerekirse millet; ortak kültür ve tarihi geçmişi bulunan, aralarında din, dil, ırk birliği ve akrabalık bulunan insanların bir araya gelmesi ile oluşan topluluktur. Mesela E. Hobsbawn bu konuda, kendilerini bir milletin üyeleri gören yeterli büyüklükteki insan toplulukları bu halleriyle millet olarak kabul edilir, demiştir. Milliyetçilik ise bir milletin çıkarlarını gözeterek o milleti geliştirme fikridir.
Milliyetçilik akımı 1789’da Fransız ihtilali ile beraber hat safhaya çıkmıştır. Bu akımdan dolayı birçok ulus kendi bağımsızlığını kazanmak için uğraşmıştır. Arap halkındaki milliyetçilik bu döneme kadar, arkaik milliyetçilik olmuştur. Kavimcilik ve asabiye düşüncesi daha ön plandadır. Aynı soydan gelen insanlar ve bu insanların birbirine olan bağlılıkları şeklinde bir milliyetçilik anlayışları vardı. Soy Araplar için hep önemli bir unsur olmuştur.
İslamiyet’in gelişiyle beraber arkaik milliyetçilik azalmıştır fakat yok olmamıştır. Arap bölgesi Osmanlı hakimiyeti altına girdikten sonra millet kavramından daha çok ümmet kavramı toplum için önem arz eder olmuştur. Osmanlı devleti Fransız İhtilali ile beraber yükselişe geçen milliyetçilik akımı ile büyük sarsıntılar içerisine girmiştir. Bunun için İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük politikaları geliştirilerek milliyetçilik akımın etkisi azaltılmaya çalışılmıştır. Fakat pek başarılı olunamamıştır. Osmanlı’da merkezi otorite gücünü kaybetmişti. Tekrar güçlendirilmesi de pek mümkün olmamıştı. Düzelmeler olsa da bu, merkez eyaletlerden çok da uzağa gidememişti.
Modern milliyetçilik kavramının Arap topluma ulaşması 19. yüzyılı bulmuştur. Arap milliyetçiliğinin doğuşu batıdaki milliyetçilikten farklı olmuştur. Başlangıçta örgütsel boyut kazanamamıştır. Çıkışındaki ilk amaç haklarını elde etmektir. Araplarda milliyetçilik akımı, ilk olarak Hristiyan Araplar arasında ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi olarak 1850’li yıllarda Lübnan ve çevresinde yaşayan Hristiyan Araplar’ın ticaret ve eğitim sebebiyle Batı ile yakınlaşmalaro ve gittikleri yerlerde milliyetçilik akımlarıyla da tanışma fırsatı bulmaları gösterilebilir.
Lübnanlı Araplarda kıvılcım bulan milliyetçilik düşüncesi ardından diğer Araplar içinde de yayılmaya başlamıştır. Fakat Müslüman Araplarda bu daha sonra olacaktır. Osmanlı ile aralarındaki dinsel bağ ve hilafet bağı bunu geciktirmiştir. Arap milliyetçiliğinin düşünsel temelleri Mısır’da ortaya çıkmıştır. Arap aydını olan Cemaleddin el-Afgani ve öğrencisi Muhammed Abduh, Selefi Akımı ile bu temelleri atmıştır.
Her ikisi de Hristiyan Avrupa’nın kültürel baskısından endişelenmiştir. Bu baskılarla mücadele etmek için, Arap milliyetçiliğinden ziyade bir İslami reformun gerekliliğini ve birlik olmayı savunmuştur. Amaçları, Müslüman toplumunu geliştirmek, modern fikir ve kurumlara uyum sağlamaları için eğitmekti. Bu görüşleriyle Müslümanlara birlik olmayı öğütlemişlerdir. Pan-İslamcı düşünce, Müslümanların birliği onlar için daha ön plandaydı.
18. yüzyılda Sufi kökenli Nakşibendi tarikatı Mısır’da Arap Rönesansı’nı gerçekleştirmeye yaklaşmıştı. Fransız istilası nedeniyle bu gerçekleştirilememiştir. Bu hareketten sonraki ikinci hareket 18.yüzyıl sonlarında ortaya çıkan Vahabilik hareketiydi. Bu hareketin başında Muhammed ibn Abdulvahab vardı. Abdulvahab saf İslam’a geri dönülmesini istemiştir. Necid’deki Muhammed ibn el-Suud da bu hareketi desteklemiştir. Dini arındırma çabalarına girişmişlerdir. Bu hareket İngilizler tarafından da desteklenmiştir. Arabistan, Irak, Lübnan ve Mısırda bulunan bağımsız yöneticilerin Osmanlı’ya bağlılıkları artık sadece sözde idi. 19. yüzyılın başlarında Kavalalı Mehmet Ali Paşa Mısır’da isyan çıkardı ve bunun sonucunda özerk bir yönetim elde etti. Mehmet Ali Paşa burada modernleşmedi hedefledi. Bir çok gelişim yaşandı. Bunun yanında burada Vahabiler ile de çatışma yaşadı.
Araplar arasında Osmanlı Devleti’ne karşı duydukları sadakat konusundaki görüş ayrılıkları giderek artıyordu. Görüş ayrılıklarındaki temel neden olarak Osmanlı’nın giderek Türk kimliğine yaklaşarak Arap kimliğinin İslam’daki üst kimliğinin kaybolması gösterilebilir. Arap milliyetçileri, bu nedenden ötürü özellikle Jön Türk hareketi döneminde önemli gelişme kaydetmiştir. Arap milliyetçiliği, Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar sadece küçük bir grup tarafından savunulmuştur. Çoğunluğu ise sadık birer Osmanlı vatandaşı olarak kalmaya devam etmiştir.
Bu dönemde genel olarak tam bağımsızlık isteyenler Hristiyan Araplardı. Araplar arasında özellikle 1908 devriminden sonra hız kazanan milliyetçilikle beraber birçok yeraltı örgütü kurulmuştur. Bunlardan birkaçı şunlardır; 1909’da kurulan Al-Qahtaniyya, 1911’de kurulan Al-Jamiyya, Al-Arabiya, Al-Fatat, 1914’de kurulan Al-Ahd. Arap-Osmanlı Kardeşlik Cemiyeti 31 Mart vakasından sonra kapatılmıştır.
Araplar 18-24 Haziran 1913 tarihlerinde Paris’te bir Arap Kongresi düzenlemişlerdi. Bu kongreyi düzenleyen Al-Fatat gizli örgütüydü. Kongre ile Avrupa kamuoyunun dikkatini çekmeyi başarmışlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi Osmanlı’nın savaşta büyük yenilgilere uğramasıyla İsyanlar artmıştı. Güçsüzleşen Osmanlı bunlara karşılık veremiyordu. Ayrıca İngiltere, Fransa gibi Avrupalı devletler de Arapları destekliyordu.
Bölgede kendilerinin hakimiyet kurma isteği bu desteğin en büyük sebebiydi. Savaş yıllarında Osmanlı yönetimine karşı Arap İsyanları başladı. Savaşın başladığı 1914 yılında Abdülaziz İbn Suud hakimiyetini Doğu Arabistan’a kadar genişletmişti. 1924’te Hicaz, 1925’te Mekke, Medine ve Cidde’yı hakimiyetine almıştı. 1926’da Hicaz Kralı ve Necid Sultanı ilan edilmesinin ardından krallığın adı da Suudi Arabistan olarak değiştirilmişti. 10 Haziran 1916 tarihinde Hicaz’da Şerif Hüseyin tarafından başlatılmıştır. Şerif Hüseyin isyanıyla halifeye değil İttihat ve Terakki’ye karşı geliyordu. Bu isyan sonucunda 1917 ‘de Şerif Hüseyin Hicaz’ın bağımsızlığını ilan etmişti. Kendisine Arapların Kralı ünvanını da vermişti. Irak İngilizler’in mandası olarak Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın krallığında bir monarşik devlet olmuştu. Lübnan ve Suriye bu savaş sonrasında Fransız yönetimi altında kalmıştır.
Siyonizm Hareketi Theodor Herzl liderliğinde başlamıştır. Theodor Herzl Avusturya-Macaristan vatandaşıdır. Viyana’da gazetecilik yapmıştır. Yahudiler Hristiyan Avrupa’da hep dışlanarak yaşamak zorunda kalmışlardır. Yaşadıkları yerlerde eşit haklara hiçbir zaman sahip olamamışlardır. Yahudiler asimileden ve yaşadıkları zulümden kurtulmak için devlet kurma ihtiyacı duymuşlardır. 1894 yılında Fransa’da Yüzbaşı Alfred Dreyfus casusluk ile suçlanmış ve yargılanmıştır.
Yahudi yüzbaşının geçirdiği bu süreçten etkilenen gazeteci Theodor Herzl fikirsel olarak bir şeyler yapma isteği duymuştur. Bu olaydan sonra 1896 yılında Der Judenstaat kitabını yazmıştır. Kitabın adının anlamı Yahudi Devleti’dir. Kitapta politik siyonizm hareketi anlatılır. Siyon Kudüs’te yani kutsal topraklardaki bir dağın ismidir. Bu isimden de anlaşılacağı üzere vatana olan özlem, ihtiyaç ve eski vatana dönme düşüncesi kitapta anlatılmıştır. Bu kitapta Herzl “Filistin her zaman bizim unutulmaz vatanımız olacaktır” demiştir. Herzl fikirlerini uygulamak için zengin Yahudilerden destek almak istemiştir fakat olmayınca halka yönelmiştir.
28 Ağustos 1897 tarihinde İsviçre’nin Basel kentinde Birinci Siyonist Konresi toplanmıştır. Kongrede Der Judenstaat’ın barındırdığı fikir ve düşünceler üzerine konuşulmuştur. Günlüğünde Theodor Herzl bu kongre ile ilgili “Basel’de Yahudi Devleti’ni kurdum. Ben bugün bunu söylersem, çoğunluk bana inanmaz ve alaya alır…”
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Filistin Osmanlı Devleti’nin idaresi altındaydı. Theodor Herzl Filistin topraklarını satın almak amacı ile 1896 ile 1902 yılları arasında İstanbul’u ziyaret etmiştir. Bu ziyaretleri sırasında İkinci Abdulhamid ile görüşme fırsatını yakalayan Herzl bu konuyu padişaha açmıştır. Osmanlı’nın borçlarının ödenmesi karşılığında Filistin’i istemiştir. Fakat iki görüşmesinde de aldığı cevap olumsuz olmuştur.
1917 yılının Kasım ayında İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balforur Yahudilere Filistin’de devlet kurma sözü vermiştir. Bu söz Lord Rothschild’e gönderilen bir mektupta yer almaktaydı. Balfour Deklarasyonu ile Siyonist girişim İngiltere tarafından resmen tanınmış oluyordu. 1918 yılında Fransa, İtalya ve Birleşik Amerika deklarasyonu kabul etmiştir. 1918’de İngiltere Filistin’i işgal etmişti. Birinci Dünya Savaşı sonrasında artık burası Osmanlı hakimiyetinden çıkmıştı. 1920 San Remo Konferansı’nda alınan kararlar Filistin İngiltere’nin mandasına bırakılmıştır. Alınan karala beraber bölgeye göç hareketleri hız kazanmıştır.
Yüzbinlerce Yahudi bölgeye göç etmiştir. Filistin’de yaşananlara karşı olan Araplar 1921, 1929,1933,1937-1939 yıllarında Yahudiler ile önemli çatışmalara girmişlerdir. 1936’da Arap önderleri toplanarak Yahudilere karşı mücadelede liderlik etmek üzere Arap Yüksek Komitesi’ni kurmuşlardır. Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi ile beraber Arap-Yahudi çatışmasında Araplar daha da kışkırtılmış ve desteklenmiştir.
Öyle ki 1937 de başlayan çatışma 2 yıl şürmüştür. İngiltere durumun daha da kötüye gitmesini önlemek amacıyla göçleri sınırlandırma yoluna gitmiştir. Ingiltere bu bölgedeki sorunlarla daha fazla ilgilenmemek için 2 Nisan 1947 tarihinde meseleyi Birleşmiş Milletlere bırakmıştır. Birleşmiş milletler iki haftalık görüşmenin ardından Filistin meselesini çözmek için özel bir komisyon kurmuştur.
Birleşmiş Milletler Filistin Komisyonu yaptığı çalışmalar sonucunda yayınladığı raporla Filistin’in bağımsızlığını teklif etmiştir. Bağımsızlık konusunda oybirliği bulunsa da bunun nasıl sağlanacağı konusunda komisyon ikiye ayrılmıştır. 27 Kasım 1947 tarihinde alınan kararla Filistin Yahudiler ile Araplar arasında ikiye bölünerek, Kudüs’ün uluslararası statüde dokunulmaz olması onaylamıştır. İngiltere Filistin’deki mandasına son vererek buradaki bütün kuvvetlerini çekeceğini ilan etmiştir. 15 Mayıs 1948 tarihinde bütün kuvvetlerini çekeceğini de bildirmiştir.
14 Mayıs 1948 tarihinde Tel Aviv’de David Ben Gurion liderliğinde Yahudi Ulusal Kongresi tarafından İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri aynı gün içinde İsrail Devleti’ni tanımıştır. Devlet kurulduktan hemen sonra Mısır, Ürdün, Suriye, Irak ve Lübnan kuvvetleri Filistin’e girmiştir. Böylece Birinci Arap-İsrail Savaşı başlamıştı. Sovyet Rusya savaşın çıkmasından iki gün sonra İsrail Devleti’ni tanımıştır. Sonuç olarak İsrail Devleti’nin kurulması gösteriyor ki Siyonizm hareketi başarıya ulaşmıştır.
İsrail Devleti’nin kuruluş sürecine bakıldığında hareketin din temelli olduğu görülür. Din bu süreçte milli bir kimlik olmuştur. Devletin kurulacağı yer dinin önem arz ettiği yer olarak seçilerek buraya olan göç kutsal sayılmıştır. Arap milliyetçiliğine baktığımızda ise din, bağımsızlığı ve ulusal kimlik inşasını geciktiren unsur olmuştur. Hilafete olan bağlılık nedeniyle Osmanlı’dan uzun süre kopamamışlardır. Ayrıca Hristiyan Araplar ile Müslüman Arapların birleşememesi din faktörünün Arap kimliğinde ayrılıkçı bir yer edindiğini göstermiştir.
Dönem olarak iki hareket birbirleri ile yakın zamanlarda ortaya çıkmışlardır. Her ikisi de belirli haklar elde etmek istemeleri ile ortaya çıkmışlardır. Fakat buradaki ayrım da şu şekildedir; Araplar kendilerine verilen hakların daha fazla olmasını ve yaşadıkları bölgede üstün güç olmak isteğindeyken, Yahudiler kendilerine ait bir yaşam alanı kurma hakkı istemişlerdir. Her iki toplum da bu süreçleri yaşarken Avrupalı devletler tarafından desteklenmiştir. Üzerlerinde çıkar çatışmaları da yaşanmıştır. Eğitim iki toplum için de başlangıçtaki önemli etken olmuştur. Aydın bir kesim oluşmadan süreç başlayamamıştır. Eğitime önem verilmesiyle birbirlerine benzerlik gösterirler. Arap milliyetçiliğinde iç isyanlar ve karışıklıklar başrol oynarken Siyonizm hareketinde başlarda diplomatik ve siyasal unsurlar başrol oynamıştır. Dil Arap milliyetçi hareketinde birleştirici bir unsur olmuştur.
Uzayla – Kültür Evreni