Ya İçindesin Çemberin Ya Dışında

Durup neler olduğunu anlamak için kafamı kaldırdım. Derin bir nefes alıp gökyüzüne baktım. Kafam karışıp nasıl hissedeceğimi bilmediğim zamanlarda gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzü bana çocukken hissettiklerimi hatırlatıyor. Eskiden keşfedilecek, görülecek çok şeyin olduğunu düşünürdüm. Yakın zamana kadar çocukluğumla ilgili anıları unuttuğum için üzülüyordum ama fark ettim ki ben olayları anlamaya çalışmamışım, dünyama hislerimle şekil vermişim. Belki de duygularım sarsıldıkça dünyamın sarsılması bundan. O zamanlardaki hislerimi ve düşüncelerimi hatırlıyorum, bu daha kıymetli.


Bazen beni şaşırtan bilmediğim güzel bir şeylerle karşılaşınca çocukken hissettiğim gibi  pastel renklerdeki duygularımı hatırlıyorum. Benim duygularımı işleme biçimim hatırlama ve empati üzerine. Etkili ve güçlü olan hislerini hatırlar insan. Bu yüzden güçlü şeyler yaşamam gerek hissetmem için. Ya da küçük şeyler bile devasa hisler uyandırır içimde. Kendiliğinden akıtamıyorum onları çocukluğumdaki gibi.

Evet eskiden keşfedilecek çok şeyin olduğunu ama hep bunları ileride keşfedeceğimi düşünürdüm. Küçükken büyükler daha da büyük gelirdi ya gözümüze, onlar her şeyi bilirlerdi sanki. Ben büyüdüm. Dünyada hala keşfedilecek çok şey var. Şehirlerden bahsetmiyorum onlar da biter, hislerden bahsediyorum. Dostluk, aşk mesela. Evet büyüdüm, hep merak ettiğim bu hislere açılmanın telaşı, hayatı boşa geçirme korkusuyla birleşti. Zamanın sonsuz olmadığını da anladım. Zamanın kıymetini anladıkça onu iyi değerlendirme telaşı ve sorumluluğu düştü içime. Tüm bu hisler, olumsuz hislerimin isiyle bulandı.

Duygularımın etimi kemiğimi zorlarcasına dışarı çıkmak için çırpındığını hissediyorum. Kuru bir öksürük boğazımı yakan. Tüm bu isi öksürücem yavaş yavaş. Yoksa nefes almak mümkün değil. Zamanın benim olduğunu düşünürdüm ama değil. Unutmamak için zihnime kazıdığım ama şeklini ve anlamını yitirmiş ne olduğunu bile bilmediğim o sorumluluk baskı kuruyor tüm hislerimin üstünde . Kabullenmeliyim. Sonunu bilmediğim bir yalnızlığa sürükleniyorum. Herkes öyle. Tıpkı 21 yıl önce bilmediğim bir dünyanın içine vasıfsızca gelmem gibi. Ama her zaman öyle kalmıyoruz. Bir şekilde alışıyoruz. Hatta bıkıyoruz.

Ya İçindesin Çemberin Ya Dışında

İçimde sürekli hissettiğim bu huzursuzluk bir hastalığın yan etkisi.  Bu hislerden değil bu hastalıktan kurtulmam gerek. Kendimi damıtılmış bir mürekkep damlası gibi hissediyorum. Gözümde idealleşen berrak su birikintisini ya kendi rengim yapacaktım yada pigmentlerimin seyrelmesiyle suyun renksizliğine geri dönecektim. Ben bir su birikintisinin içinde dağılmadan yüzebilen bir damla mürekkep olamam. Kavurucu bir iklimde, sıradan bir evin en çok güneş alan odasındaki bir tablo olmak istiyorum. Çatlamış boyaların içinde göze çalan bir çivit mavisi benim rengim olsun. Güneşin altında yanıp kavrulmaya solmaya devam ederken bana bakan birilerine serin okyanusları anımsatayım. Yaşamımın anlamı bu olsun.

Zaten birimiz bir tabloya bakarken onun ruhsuz boyalardan yapıldığı aklımıza gelmez. Bizlere bazen unutulmuş güzel günlerin hissiyatını hatırlatan bazense hiç gitmediğimiz o yerlerin merakına sürükleyen o tabloya olduğundan derin anlamlar yükleriz. Bence insanlar da tablolar gibi. Dışarıdan bakınca gördüğümüz o renklerin anımsattığı o hisler, ona bakana ait. Bunu fark ettiğimde nasıl göründüğümün aslında beni değil karşıdakini resmettiğini anladım. Bunu anlayınca ben merkezciliğin insanı neden sığlaştırdığını anlamak zor değil. Bu, kendinden harcamak gibi. Oysa çoğaltmalı insan hislerini eğer yok olmak istemezse.

Zamanın sonunda yalnız kalacağız. Yeni bir yere gideceğiz. Varlığımız başka bir evreye taşınacak ve belki de bu dünyadaki şeyleri unutacağız. Belki bu dünya eskiyordur ve biz başka bir annenin karnından yepyeni bir şeye doğuyoruzdur. Ölüm, bu dünyaya çok anlam yükleyince korkutuyor insanı. Onu kaybetmek ve alıştığımız düzenden kopmak zor geliyor insana. Zaman geçtikçe daha da huzursuz olmamızın sebebi eskiden her şeyin daha iyi olması değildi, zamanın tükeneceğinden habersiz olmamızdı.

Anne karnında bir bebeğin ne kulağa ihtiyacı vardır ne de göze. Ona sorsalar bir yük bu. Çünkü duymak nedir, görmek nedir doğduktan sonra bilir insan. Bu dünyada yaşadığımız tüm acılar, bu korkular hatta diğer her his ruhumuzda bilmediğimiz organlarımızı geliştiriyor belki de. Bize sorsak lazım değil bu. Ama biz hangi gebe dünyanın embriyolarıyız bilmiyoruz. Ne zaman doğmak biter bilmiyoruz. Ölüm yeni doğan bir bebeğin akciğerlerine dolan hava kadar acıtıyor belki de. Anlık bir yanma hissi… Zamanın sonu var diye korkuyoruz bitecek ve sonu yokluğumuz olacak diye. Belki zaman bir çemberdir. Başı sonuyla bağlı olan. Doğmaktan sonra ölmek. Öldükten sonra doğmak…

merhaba. ben esra. 21 yaşındayım. okumayı seviyorum ama kitap kurdu değilim. bilgisayar mühendisliği okuyorum. en sevdiğim yazar peyami safa, sevdiğim şarkıcılar hayko cepkin ve şebnem ferah. yazdıklarım hakkında bana ulaşmak istersen düşünmeden yaz, okunduğumu bilmek beni mutlu eder.

Bir yanıt yazın