Genellikle bir şeyi anlatırken aklıma başka bir şey gelir, bu yüzden nereden başladığıma pek ehemmiyet vermem çünkü bir şekilde anlatmak istediğim noktaya varırım. Önemli olan yaptığım tespitler, oluşturabileceğim farkındalıklar veya aktarmak istediğim düşünceler.
Bilirim ki kafamın içinde mesafelerin, miktarların anlamı yoktur. Hatta belki bu düşünmenin en güzel kısmıdır. Çünkü bazen fiziksel veya ruhsal olarak bir yerlere sıkışıp kalırız. Bu yerler, soyut anlamda bir zaman dilimi olabilirken somut anlamda bir yer de olabilir… Böyle zamanlarda düşünmenin özgürlüğüne sarılmak bizi esaretten kurtarır. Demek ki gerçek esaret; bir zamanda, bir mekanda, bir sorumlulukta, bir duyguda mahsur kalmak değildir.
Peki ya nedir o zaman mutlak esaret? Bence düşüncelerimizin takılıp kalmasıdır bir yere. Sabit fikirlilik yani. Düşüncelerimizi, yine düşüncelerimizin esir etmesidir. Otoimmün bir hastalık gibi… Peki ya nasıl esir düşer insan kendine? Cevap veriyorum, düşüncelerinin umutsuzluk ağına takılıp kaldığı yerde. Bunun gibi ağların belki de binlerce sebebi var. Benim takılıp kaldıklarımdan bahsedeyim mi size? Bahsedeceğim şeyler aslında hep umutsuzluğa ve aceleciliğe bağlanıyor. Bunları yazmak, bunların üstünde düşünmek zihnimi bu esaretten kurtarır diye umut ediyorum. Çünkü bir şeyler yazmak, tam olarak düşündüğünü değil de düşündüğünün çevresindekileri anlatmak gibi. Yani insan ne düşündüğünü direkt anlatamıyor, diğerlerinin anlayabileceği bir filtreden geçiriyor kendini. O zaman düşüncelerini damıtıyor ve böylece daha iyi anlıyor kendini de.
Ama şu sıralar ruhumu elime geçirmiş olan yetişme kaygısı yazmayı bile eziyet haline getiriyor. Bir şeylere odaklanmak ne kadar çok zorlaştı. Sürekli bir koşuşturmaca, bir yetinmezlik hali, bir umutsuzluk dolanıyor üzerlerimizde. Bunların asıl sebebinin sürekli tüketim halinde olmamızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Sürekli tüketen ve tüketmeye yönelten insanlar ile dolduruyoruz günlerimizi. Kolay ve hızlı içerikler , üzerinde düşünülmesi gerekmeyen basit mesajlar. Acaba hayatı kolaylaştırmaktan kastımız bu muydu? Yoksa yanlış anlayıp sığlaştırıyor muyuz zihinlerimizi? Bu akıntıya kapılmamız diğer insanların mı suçu yalnızca? Düşünmeyi bayağılaştırmak; fikirlerimizi, hislerimizi anlamak için kendimize vakit ayırmamak kendimize yapacağımız en büyük kötülük. Bu hızla geçen onca şey arasında dışarıdan bakmayı bilmeli ve durup kendimize bakabilmeliyiz.
Daha detaylı bahsetmek istediğim şeylerin ilki hayatı kaçırma hissim, ikincisi kendimi ifade etme kaygım, üçüncüsü planlanmış her eylemin gözümde büyümesi ve son olarak acelecilik. Bu girizgahı beğendiniz mi? Lafı eveleyip gevelemekten yoruldum çünkü. Hissettiklerimi yazma kısmına geçmek istiyorum.
İçine dahil olamadığım bir düzen var. Sürekli gözlemci rolündeyim. İki seçenek var aslında. İlki, çoğunluk benim gibi hissediyor; bu gruba dahil olmayanlar bu gerçeği reddedip inkar edenler. İkincisiyse benim yanlış yaptığım bir şeyler var. Korkularımın baskıladığı gerçeklik algımdan kaynaklanıyor olabilir fakat ilki daha yatkın geldi aklıma. Belki hayata dahil olamamanın insana çektirdiği sıkıntıların da derecesi vardır. Özünde herkesin tam anlamıyla dahil olamadığı hayat bir gerçektir ama bazılarımızın bu dahil olamama derecesi daha içler acısıdır. İşte böyle düşününce bu iki seçenek bir noktada birleşip tek bir olasılık haline gelebilir. Yani bir hakikat. Nedir o? Kimse hayata tam anlamıyla dahil hissedemez ama bazıları yanlış seçimleri yüzünden bunun eksikliğini daha fazla çeker.
Neden tam dahil hissedemiyoruz peki? Ruhun biricikliği ve tekilliğinden kaynaklı kaçınılmaz bir yalnızlığımız mevcut bu yüzden. Peki ya neden diğerlerinden daha fazla bu aidiyetsizlikten huzursuzluk duyuyoruz? Tartışılmaz sebebi farkındalık seviyemiz. Bir diğer sebepse mutlak yalnızlığımızı hafifletecek sosyal ilişkilerden mahrumiyetimiz. Yirmili yaşlarımızdan itibaren sosyal çevremiz hakkında düşünmeye bir farkındalık geliştirmeye başlarız. Ben kendi açımdan bu sorgulamamın neticesi olarak yanlış bir kanıya vardığım için ortalama bir insandan daha fazla varoluşsal bir acı çekiyordum. Nedir bu yanlış kanı? Ben yalnızlığı tek çeşit sanıyordum. Onun da insan eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyordum. Bu yüzden hayatımın bir dönemi sürekli yeni insanlarla tanışmakla vaktimi onlarla geçirmekle geçti. Doyuma ulaşamadığımı fark ettiğimdeyse hepsini tek tek hayatımdan çıkardım. Tek başıma kaldım ve iyice depresifleştim, yalnızlıktan bunaldım. Bir dönemim böyle geçti. O zaman yeniden düşünmeye başladım. İnsanlar olmazsa olmuyor. Olduğunda da tam olmuyor ama yaşamanın afyonu sosyal ilişkilerimiz. Ve yeniden kendime bir çevre edinmeye başladım. Bu sefer çevrem daha da samimi olmaya başladı çünkü bir can havliyle yalnızlık hissinden kurtulma amacıyla ilişkiler kurmuyordum ve daha seçiciydim.
Kesin bir sonuca varamıyoruz hala, varlığımızın tekilliği açısından içsel sızılarımız var ama yine bu sızılar hafifletilebilir. Dünyamız bir oyalanma yeri…
Yorumlar (2)
Bir yanıt yazın
Yorum yapmak için giriş yapmalısın.
Merhaba. Cümlelerinizi okurken kendimden parçalar buldum. Öğrencilik hayatımın, -hala da öğrenciyim- yaklaşık 1, 1.5 senesini varoluş, varoluşçuluk,varoluşçuluk felsefesi üzerinde okumalar yaparak geçirdim. Birçok yaklaşım tarzı okuma şansım oldu. Bu okuduklarımı kendi varoluşsal acım ile birleştirdim bazen bununla yetinmeyip, sizler gibi varoluşsal acılarını kaleme alan insanların yazılarını okudum. Artık bir şekilde -geçici de olsa- bir yanıt bulmam gerekiyordu. Çünkü,tükenmiş gibi hissediyordum. Baş ucumda duran,aynı evde yıllarca yaşadığım annem bana bu sorunun cevabını verdi. Aslında annemin verdiği cevap, birçok varoluşçu filozofun da değindiği bir noktadan geçiyordu. Bu noktanın adı ”kendine yabancılaşmamak” ‘ tı. Annem çok haklıydı. Bir insan eğer kendine yabancılaşırsa nasıl olur da aklındaki sorulara cevap bulabilirdi. İnsan kendi zihinin içinde, kendisiyle değil de bir ”yabancı” yla iletişim kurarken nasıl varoluş acısına bir yanıt bulabilirdi ki? Devamında annem, herkesin varoluşsallığını anlaması,çözümlemesi veya mücadelesi başkadır dedi. O noktada anneme kendisinin nasıl mücadele verdiğini sordum. Cevabı bana yetti. ”Kendimden hiçbir zaman uzaklaşmayarak.”, ”Ama bu yeterli değildi,ben kendime ait olan alanı tamamlamıştım.” ”Fakat o anda, bu kezde yarım olduğumu fark ettim.” ”Yarım olmak marifet değildi benim için.” ”Kendi yarımlığımı, babanın yarımlığıyla tamamladım ve bütüne doğru yol aldık.” ”Önemli olan yarım elmayı, bir bütün hale getirmekti.” ”Çünkü o da kendisine yabancı değildi,oldukça şeffaftı.” ”Ve biz tamamlandık, oluşacak herhangi bir sızıya, bu bütünlükle cevaplar aradık.” Bu cevap bana yetmişti, hala acılarla boğuşuyorum. Ama insanların hakiki bir var olma ve aşk ile bu sızıları hafiflettiklerini gördüğümde – ve bu kişi annem olduğu için belki de- birileri için seviniyorum.
buna benzeyen bir şeyi bir arkadaşım da demişti. dediğnizi okuyunca onun dediğini tekrar hatırladım ama o zamankinden farklı hissettirdi bunu hatırlamak. demek ki üzerine başka şeyler de eklenmiş. artık farkına vardım ki aşkın varlığı bu sızıyı hafifletebiliyorsa yokluğu daha da şiddetlendirebilir. bu konuda hayatın bana getireceklerini beklemekten başka bir şey yapamam. aşk çabayla kazanılamayn bir şey. elimden gelen şey, kendime yabancılaşmamaya çalışmak veya kendimi daha da tanımak olabilir veya bu hisleri bir gün tadabileceğim konusunda umut etmek. teşekkür ederim yazdıklarımı okuyup güzel bir cevap yazdığınız için. bu beni sevindirdi.