Bernard Lewis 1916 New Jersey doğumlu tarihçidir. İslam Tarihi ve İslam-Batı alanlarında uzmanlaşmış bir profesördür. Tüm dünyada İslam konusunda önde gelen otoritelerden biridir. Lewis bir hazine olarak görülmekte ve politikacılar, gazeteciler, tarihçiler ve genel halk da Ortadoğu’yu anlamak için ona başvurmaktadır.
İnanç ve İktidar kitabı toplam on üç bölümden oluşmaktadır. Bölümlerin ilkinde, Bin Ladin’in Sovyet ve Amerikan işgal savaşlarındaki teorisine değinmiştir. İlerleyen bölümlerde ise İslam dünyası ile Avrupa ya da Hıristiyan dünyası arasındaki tarihsel çatışmadan yani yazarın hala var olduğunu düşündüğü çatışmadan bahsedilmiştir. Üçüncü bölümlerde, üç tek tanrılı din ve siyaset ayrıca Müslümanlar için din ve siyaset birliği ve bunların Mesih’le ayrılması arasındaki teorilerden bahsediyor. Sonraları yedinci bölümde ise bölgedeki yönetici sistemlere dönerek onları ayırıyor. Bu sistemler:
1) Geleneksel Otokrasi: (Hükümetin monarşi sistemleri) 2) Liberal bir Otokrasi (Modernleşme arayan monarşiler) 3) Diktatörlükler 4) Eski Sovyet Cumhuriyetleri 5) Devrimci İslami Rejimler (Yazar burada İran’daki İslam Cumhuriyeti’ne atıfta bulunur) 6) Demokrasiler.
Yazar onuncu bölümde ise tarihin halklar için öneminden bahsederken cahil bir halkın hafızasını yitirmiş ve ilerlemeyenler olduğunu söylüyor. On birinci bölüme geldiğinde ise Batı’daki özgürlük kavramını ve İslam’daki adaletle uyumluluğunu açıklığa kavuşturabilmek için geri dönüyor. Bölümlerin sonunda İslam ülkeleri ve Avrupa arasındaki ilişkilere de değinmiştir.
Kitap ayrıca daha önce yayınlanmamış olan makale ve konuşmaları da içerir. Bu sebepten dolayı da kitapta çoğu zaman tekrarlar söz konusu. Yazarın liberal rejimlere karşı güçlü bir eğilimi var ancak bazen Osmanlı İmparatorluğu gibi adil devletleri de göz ardı etmeyip onlara yer vermiştir. Çünkü yazara göre adil devletler daha fazla dini özgürlük sunuyor. İran’daki İslami kamu sisteminin demokratik olduğunu belirtiyor ancak ona göre İsrail ve Atatürk rejiminden sonra geliyor.
Yazar bugün bu anlatılanlarda Amerika’nın rolüne kör kalır ve Arap ülkelerinin tek başına bir şey yapamayacağını söyler. Yazar Lübnan işgalini Amerika’nın ona verdiği desteği ve Irak ve Afganistan’ın işgalini de unutuyor. El Kaide’nin Sovyetler Birliği’nin dağılmasındaki önemli rolüne değiniyor ve hem batının hem de El Kaide’nin zafer iddiasından bahsediyor. Tüm girişler geniş bir kategoriyi kapsasa da başlıktan yansıyan bir dizi konuyu içine alıyor.
Din ve Ortadoğu’da demokrasi potansiyeli arasındaki ilişkinin de okuru çeken tarzda anlatıldığı bir bölüm mevcut. En sonda Kitabın açık bir önyargısı var fakat bu biraz normal çünkü yazar Amerikalı. Fakat buna rağmen çok ilginç bilgi ve olayların anlatımı söz konusu. Lewis ayrıca, erken dönem İslam devletlerinin bugün belirli ve ilgili bir demokrasi biçimini geliştirmek için kullanılabilecek kontrol ve dengeler içerdiğini belirtiyor. Halifelerin kuralı en azından teoride sözleşmeye dayalı, rızaya dayalı ve sınırlıydı. 20. yüzyıl otokratlarının otoritesinin, yasal, sınırlı ve sorumlu kendi eski İslami geleneklerini bastıran ve onların yerini alan ithal bir faşist ideoloji ve tiranlık aygıtından geldiğini ileri sürüyor. Bu nedenle, herhangi bir medeniyetler çatışmasına duyulan ihtiyacı ortadan kaldıracak İslam’ın içinden bir yol önerisinde bulunuyor.
On beşinci yüzyılın bitmesine yakın Avrupalıların her yerden yayılmaya başlamasıyla yirminci yüzyılın yarısına gelindiğinde tüm dünya Avrupa medeniyetinin eksenine girmiştir. Bazı bölgelere yerleşen yerlileri asimile ederek bastıran Avrupa, bazı yerlerde ise güçlü devletlerle karşı karşıya kaldılar. Yirminci yüzyıla kadar bunların bazıları ya yenildi ya da boyun eğdi ve böylece halkları ve toprakları Avrupa’nın siyasi kültürel ve ekonomik yayılımıyla karşılaştı. Avrupa’nın baskısına ayak kalmayı başaranlar da bunu Avrupa’yı benimseyerek başardı.
Avrupalılar, Asya ve Afrika’ya yayılırken üç büyük uygarlık karşıların açıktı: Çin, Hindistan ve İslam. Aralarındaki ilişkiler gelişmeye başladı ancak İslam’ın diğer ikisinden önemli bir farkı vardı. Hindistan ve Çin Avrupa’ya uzaktı fakat ve temasları olmamıştı. Bu uygarlıkların hiçbir yerinde yazılı veya sözlü belgelerinde Avrupa yoktu. Avrupa ise buraları yalnızca gezen kişilerin anlattığı kadarıyla biliyordu. O dönemde İslam dünyasında da pek bilinmeyen Avrupa, sadece Eski Yunan’dan alınıp Arapçaya çevrilmiş metinlerde geçiyordu. On dokuzuncu yüzyılın sonunda Avrupa’nın etkisinin artması Avrupa’nın coğrafi ve siyasi olarak söz edilmesine imkan sağlamıştır. Ancak ismini bilmemelerine rağmen İslam dünyası Avrupa’ya eskiden beri hakimdi.
Amerika’da para, iktidar satın almak için Orta Doğu’daysa iktidar, para edinmek için kullanılır.
Bernard Lewis, İnanç ve İktidar: Orta Doğu’da Din ve Siyaset
İslam dünyası, Avrupa’yı da Hıristiyanlık alemi olarak adlandırmaktaydı ve bu onlar için, Avrupa isminin ifade ettiğinden çok daha fazlasını içeriyordu. Müslümanların İslam inanç ve hukukunu tüm dünyaya yayacağına inanılıyordu. Yedinci yüzyılda İslam’ın doğuşundan beri Hıristiyanlık ve İslam birbiriyle barış içindeydi. Aralarında farklılıklar olmasına rağmen temel benzerlikler de göz ardı edilemeyecek düzeydedir. Ancak yedinci ve sekizinci yüzyıllarda İslam’ın ve devletin yaygınlaşmasıyla İslam benimsendi ve bu da Hıristiyanlığı zarara götürdü. Bu sebepten sonraları her iki din de bir diğerinin varlığını kabul etmekte zorluk yaşadı. Aynı zamanda her iki din de kendisini mutlak din olarak görmeye başlamıştır.
Bütün bu sebepler birbirlerine karşı takındıkları tavırda belirleyici olmuştur. Bu şekilde ilerleyen İslam ve hakim olduğu Osmanlı İmparatorluğu Rus ev Bat Avrupa’nın ilerleyişini durdurmak için önlemler aldı fakat bunlar üzerinde fazla düşünmedi çünkü bölünmüş bir Avrupa’nın başarılı olamayacağı konusunda emindi. Batı’nın ilerleyişi ve etkisinde İslam topraklarını değiştirmesi farklı şekillerde seyretti. Farklı davranışlar sergileyen farklı bölgeler olduğundan şu ayrım ortaya çıktı: Batı yanlıları ve karşıtları. Bu ayrım geleneksel otoritenin üç alanında da kendisini gösterdi. Yani asker, memur ve din adamlarında.
Günümüzde de geçmişte ilk başlarda olduğu gibi İslam dünyasının Batı’ya bakış açısı olumsuz şekildedir. Bunun sebebi de zamanında başka medeniyetlerin devletlerin boyunduruğu altında kalmanın bir sonucudur. Yani günümüzde yapılan bu eylem birikimli bir tepkidir. Avrupa’ya karşı konulan bu tepkiler batı ve doğu olarak ayrılır ve birbirinden farklıdır. Avrupa galip geldi ve Karlofça Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu geri çekilmek zorunda kaldı. Böylece Avrupa İslam dünyasını böldü. Sonrasında ise Avrupa’nın ekonomik egemenliği kayboldu ve yine durum tersine döndü, Avrupa geri çekilmek zorunda kaldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda modern zamanlara kadar laiklik yoktu ve hükümdarla tanrı birbiriyle ilişkiliydi. Ancak Hıristiyanlıkla bu iki kurum bazen birlik bazen de çatışma içindeydi. Bu çatışmanın getirisiyle birlikte Ortaçağ’da önce reform daha sonra ise Protestanlık ortaya çıktı. İslam Protestanlık tarzı bir reform veya Rönesans’a tanık olmamıştır. Bunlar Hıristiyanlık dininin bir getirisi olduğu için İslam’da pek fazla kabul görmemiştir. Bununla birlikte bu savaşlardan ötürü devlet ve din birbirinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Böylece her iki kurumun da birbirine karışması olanaksız bir hal almıştır. Dediğimiz gibi bu İslam’da bu kadar erken bir süreçte yaşanmadı. Üç büyük din de Ortadoğu’da ortaya çıkmıştır ve aralarındaki farklar göz ardı edilemez. Ve bu farklar da kitaplarında açıkça belli edilmiştir.
Kendini tanımlayan bireyler için farklı sıfat ve ayrımlar vardır. Bu ayrımlar İslam’da açık ve net şekilde dindir. Bir kişinin kimliğini belirleyen şekil sahip olduğu dindir. Devlete bağlı olma gibi etkenler olsa bile bu etkenleri de kuvvetlendiren sonuçta dindir. Bu ayrım yüzünden Kanuni Sultan Süleyman devrinde gayrimüslimler kafir olarak adlandırılmıştır. Bu ayrımın başladığı dönem keskin ve net bir haldedir. Başka ülkelerde devlet başkanları genellikle, ülkelerin sahip olduğu dine göre gruplaşma yaşamaz veya bu şekilde toplantı düzenlenmez fakat İslam dünyasında bu tamamen farklıdır.
Devlet başkanları bunu normal görür ve bu şekilde gruplaşma da yapar toplantı düzenleyip işbirliği de yapar. İslam ülkelerinde din, içişlerinde, politikada olması gerekenden fazla rol alır. Bu bağlamda din güçlü bir siyasi araçtır. Avrupalıların yayılmaya başladığı on dokuzuncu yüzyılda en etkili direnişler Müslüman dini liderlerin öncülüğünde ve Müslüman kardeşliği gibi örgütlerce yürütülen İslami direnişlerdir. Normalde İslam devletlerinde yasama gücü yoktur bu yüzden bu kurumun meclis veya topluluğuna da gerek yoktur. Ancak bütün Hıristiyan aleminde belirli ve oturtulmuş bir düzen vardır. Az ya da çok, etkili veya etkisiz olsun sonuç olarak kanun koyucular vardır. Buna rağmen Müslümanlar da kanun koyup değiştirir ancak bu yasama süreci gizli bir şekilde gerçekleşir. Musevilik de Hıristiyanlık ve İslam gibi hem bir din hem de bir kültürdür ancak hiçbir zaman bir medeniyet değildir. Musevilik bu bakımdan iki medeniyetin de bir paçası haline gelmiştir.
Hıristiyanlıkta din ve devlet ayrı ayrı iki kurum olmuştur. Her iki kurumun da ayrı işlev ve mensupları vardır. Ancak bu Musevilik ve İslam’da geçerli değildir. Muhammed zamanında bir devlet kurulup yönetildi. Bu sebepten İslam’da inanç ve iktidar aynı anda ve ayrı kuruma tanımlandı. Musevilerde ise siyasi kanunları kapsamlıdır ve devlet ne derse o olur ilkesi hakimdir. İslam’da devletin başı dini lider olarak kabul görürdü. Hıristiyanlıkta olduğu gibi ayrı bir kuruma ihtiyaç duyulmuyordu. Zamanla meslek haline gelen din adamlığı maaşa bağlandığında beraberinde dini hiyerarşiyi de getirdi. Bunun sonucunda dini hiyerarşi devletin bir parçası haline geldi ve kendi kurallarını koyan ve devlete karşı gelebilen bir örgütlenmeye evrildi.
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun reformları ve diğer ülkelerde meydana gelen küçük değişimler birçok değişimlere sebep oldu. Bunlar medeni kanun, kanunların laikleşmesi, ticaret hukuku gibi örneklendirilebilir. Şu anda da İslam dünyasında devletlerin yönetim şekli bakımından ikiye ayrıldığını görebiliriz: Türkiye modeli ve İran modeli. Batılıların meydana çıkardığı kavramlar ve karşılıkları İslam dünyasında çok farklıdır. İnananların arasındaki eşitlik yedici yüzyıl yanı İslam’ın ortaya çıktığı dönemlerdeki temel prensiplerdir. Hintlilerde var olan kast sistemi ve Batı’daki soyluluk ayrımına karşın İslam’da bu şekilde birleştiricilik vardır.
Lewis’in, bugün dünya çapında geniş bir kitleye sahip olan Müslümanlar için, geçerli olacak tek bir sonuca bile varmaya çalışması anlamsızdır. İslam’ın dünyaya yayıldığı yüzyıllar boyunca, farklı tarihler, siyasi sistemler ve kültürler İslam’ı, onun toplumdaki rolünü, bireyler için anlamını ve kimlik oluşumundaki rolünü etkilemiştir. Bu sebepten oluşan çeşitlilik İslam’da önemli bir yere sahip olmuştur.
Lewis, tüm Müslümanların kişisel kimlik, sadakat ve otorite duyularının dinden kaynaklandığı ya da tutarlı bir İslam medeniyetinin var olduğu şeklindeki özcü varsayımlarda bulunmuştur bu da çalışmalarındaki zayıflığa neden olmuştur. Bununla birlikte, kitap önemli gözlemlerin önünü açar. Bin Ladin’in 1998 fetvasını analiz ettiği ilk bölümde, İslam’ın temel metinlerinin cinayeti veya terörizmi emretmediğine de değinmiştir. Ayrıca olaylara karışmayan kişilerin rastgele katledilmesini de dikkate almadıklarını belirtiyor.
Bernard Lewis, temel İslami metinlerden bahsederken mantıklı bir yol izlemiştir. Lewis ayrıca, bazı İslami inançları veya hareketleri tanımlamak için hayatın her alanında aşırı dinciliği savunan köktendincilik teriminin ortak kullanımıyla ilgili konuları ele alıyor. Bu terimin aslında kendilerini Protestanlıktan ayırmak isteyen yirminci yüzyılın başlarındaki Amerikan Protestan hareketlerinden geldiğini de belirtiyor. Bu nedenle, İslam hakkında konuşurken köktendinci kelimesini kullanmanın uygunsuz ve hatta yanıltıcı olabileceğini söylüyor. Bununla birlikte, bugün bu kelime Protestanlıktan çok İslami hareketlerle ilişkilendirildiği için kelimenin kullanımını benimsiyor.
Her bölüm, Lewis’in yayınlanmayan bir makalesi veya dersi olduğu için tekrarlamalar çok fazla. Hafızası iyi olmayanlar için yeniden Lewis’in değindiği noktaların hatırlatılıyor gibi olması iyi ancak bir süre sonra sıkıcı olabiliyor. Bernard Lewis’in aldığı eleştirilere rağmen İnanç ve İktidar, Orta Doğu’daki karmaşık ve tartışmalı din ve siyaset konusu ile ilgili en önemli soruların altını çizmiş ve hala bugün de halka ve alanında uzman kişilere ışık olmuştur.