Mektup; duyguları, düşünceleri anlatandır en anlaşılır haliyle kelimelere döküldüğünde. Yeri gelir kederleri, yeri gelir sitemleri, yeri gelir özlemleri… Bazen de sevgileri, umutları, gülüşleri, bekleyişleri… İçimizi günışığına ayna gibi yansıtandır mektup, dile getirilemeyenleri kalplerde hissettirebilendir. Bu yazımda sizlerle beraber Stefan Zweig’ın “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” adlı eserini değerlendireceğiz.
Eser, bilinmeyen -halk deyimiyle adı sanı belli olmayan- bir kadının çocuğunun ölümüyle başlayan ve aynı kadının kendi ölümüyle sona eren bir mektuptan oluşmuştur. Genç kadının zor bir hayatı vardır. Bu açıdan bakıldığında eserdeki dram; daha giriş kısmında çoktan kendini göstermeye başlamıştır. Genç kadın; babasını kaybetmiştir, annesiyle zor geçinmektedir. Şartlar engebelidir ve bu yetmezmiş gibi kadın, bir erkeğe ilk gördüğü anda aşık olur; artık bir de platonik aşka düşmüştür. Evet düşmüştür çünkü evrensel dil olarak görülen İngilizce’de bile “fall in love”dır aşık olmak; aşka düşmektir. Kendini birden başka bir dünyanın içinde bulmaktır.
Aşkını, yani o adamı; hayal eder ve onun düşleriyle yaşar. Zaman geçer ve genç kadının annesi evlenir. Taşınırlar. Birkaç sene burada kalan kadın önceki yerine geri gitmek için uğraşır çünkü; unutamadığı aşkının peşinden gitmek ister. Başarır. Onu; görünmez biriymiş gibi izler ve çevresinden ayrılmaz. Sevdiği erkeğin eve, defalarca başka kadınlarla gelişine şahit olsa da –her ne kadar bu durumdan sitem etse, yakınsa da- aşkı bitmek nedir bilmez.
Kader ya işte günün birinde yolları kesişiverir. O; kadını evine götürür, üç gün onunla zaman geçirir. Adam, yakından bildiğimiz Yeşilçam senaryolarında da bazen rastladığımız şekilde; ertesi gün bir geziye gidecektir ve dönecektir. Bunu söyler, “döndüğümde sana mektup yazacağım der” ve gider. Kadın bir bebek beklediğini öğrenir. Zaman geçse de ondan ne bir mektup gelir ne de herhangi bir haber. Kadın; çocuğuna tek başına bakar, buna mecburdur.
Ve insanların arasında öylece tek başına kalmaktan daha korkunç bir şey olamaz.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Stefan Zweig
Onu fark etmeyen bu adama büyük aşkı, çocuğuna hissettiği sevgiye dönüşmüştür. Bir gün kadın barda adamı fark eder, yine eve gitme teklifi alır. Kadın direnmeden kabul etmiştir bu teklifi. Kadın; tanısın diye bir şeyler der adama. Fakat o, kadını anlamaz. Doğum günlerinde gönderdiği beyaz gülleri ve göndereni merak eder ama araştırmaz. Seneler geçer, adam çocuğun varlığını bilmez. Kadın, bunu ölmeden önce mektupla söyler ve adama hâlâ aşıktır. Çocuk ölmüştür, kadın intihar etmiştir. Kadının aşkı hep bâki kalacaktır. Umutsuz bir aşkın pençesinde sürüklenmiştir.
Bence kitaplar, bazen yapmamamız gerekenleri de anlatır. Takılı kalmak, umutsuzluk acı verir der. Kadın, kendi değerini bilmeyen biri için hüzünlenmiştir.
Oysa ki umut hep vardır. Her ne sıkıntı yaşarsak yaşayalım pes etmek, kendimizden vazgeçmek yanlıştır. Mutluluk içimizdedir, bizden başka kimse onun asıl sebebi olamaz. Mutlulukla kalalım:)
Uzayla – Kültür Evreni